2 Şubat 2020 Pazar

Düne Uzanan İrtibat Kabloları

İnsan bir yazı okurken, bir şey seyrederken, bir yere bakarken; anlayışıyla, yaşanmışlıklarıyla, şahsiyetiyle ve fikirleriyle oradadır. Elinde olanla okuyacak ve değerlendirecektir. Bu elbette benim için de böyle oluyor, ama bazen asıl mevzudan başka bir noktaya varıyorum. Asıl işlenen, ele alınan mesele üzerine düşünürken, kendimi biraz başka bir yerde buluveriyorum.

Herhâlde yine öyle olmuş bulunacak, 2012 Aralık ayında, Millî Gazete'de, Ebubekir Sifil Hoca'nın Mirasımız başlıklı makalesini okuyup, yine vardık bir yerlere. Bu kez düşünce bulutum puf diye ortadan kaybolmadan hocaya ulaştırayım diye harekete geçtim.


Hoca'nın o zamanlar aktif kullandığı Twitter hesabı üzerinden fikirlerimi yazmayı düşündüm, fakat sonra bundan vazgeçtim. Öylesi hem karmaşık olacaktı, hem de galiba biraz nasıl diyelim; daha sıradan ve özensiz gibi...

Neyse daha sonra hocaya bir mail atmanın daha münasip olacağını düşündüm ve öyle de yaptım.

Şunları yazdım:
“Selamun Aleyküm. Hocam “Mirasımız” başlıklı makalenizde mühim tahlil ve teşhislerde bulunmuşsunuz. Yazınızın öncelikli hedef kitlesi kimlerdir veya var mıdır bilmem ama “ihmal” ve “gaflet” teşhislerinde bulunuyorsunuz. Sonuç bölümünde ise bu “ilmî miras”a sahip çıkacak Alimler yetiştirilmesini bir “tedavi” olarak öne sürüyorsunuz. İşte bu noktada kendimize bir hisse çıkaracak olursak, gençleri, yeni nesli ilme teşvik ve tahrik etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Takdir edersiniz ki günümüzde genel itibarıyla gençlere baktığımızda, futbolcuları veya “pop yıldızları”nı takip ettiklerini görmekteyiz. Tabi bunda medyanın katkısı gözardı edilemez. Sürekli insanlara takdim edilen bunlar. Gündemde kalıyorlar ve alaka uyandırıyorlar. Bizim de Ulemayı gündeme taşıma noktasında yapılması gerekenleri düşünmemiz gerekiyor. O yüksek gayretli insanları genç nesille buluşturma noktasında neler yapabiliriz buna kafa patlatmamız gerekiyor. Bir sonraki makalenizde bu noktadaki düşüncelerinize yer verebilir misiniz? Selam ve dua ile…”
Bunu yazdığım zamanlarda olsa gerek, bize göre genç olan kardeşlerimizin teveccüh ettiği kişiler ve ilgi alanlarını düşünüyor ve rahatsız oluyordum. Biz artık onlardan başka bir yerdeydik; onlarsa bizimle beraber, ama bir bakıma bizden ayrı yerlerdeydiler. Kuvvetle muhtemel, alâka kurdukları arkadaş grupları, sosyal çevre onlara başka bir vizyon sunuyor, farklı bir projeksiyon yansıtıyordu. Gündemleri başkaydı. Tabii bizim doğrudan görmediğimiz bu ilgi alanlarının, bize bazı yansımalarını görebiliyorduk.


Buna sebep olan, reyting olsa gerekti, ama eskisi gibi değil. Sınırlı bir alanda ve birilerine mahsus popüler ilgi alanları veya kişilerin, gündemlerine dahil edilmesiydi. Artık eskisi gibi medya akışı hızla ele avuca sığdırılıp, değerlendirmeye tâbî tutulamıyor, zor.

Onlardan, yani gençlerden ve o bize uzak alanlardan, yabancısı olsak da bir şeyler işitiyorduk. Peki ya onlar bizim şu hâlde alâkadar olduğumuz mevzu ve kişilere, bu dünyaya ne kadar yakın veya uzak bulunuyordu? Değil ilgi alanları, kendinlerini ifâde edişleri, belki dilleri bile pek bizim gibi değildi. Muhtemelen biz, birtakım sebeplerle (ihmâl, gaflet, sorumsuzluk, vurdum duymazlık) onlara ulaşamadan, başkaları irtibâtı temin etmişti. Şimdi bizim doldurmakta yetersiz kaldığımız veya geç kaldığımız o alanı başkaları doldurmuş gözüküyordu.

Belki de biz, daha kendimizi toparlarken; tam olarak ne olduğumuzu, mensûbiyet ve âidiyetlerimizi keşfe çıkarken, onlar pek yanımızda değildi. Onlara ulaşanlar neyi nasıl yapmışlar ve gündemlerini zapt etmişlerdi?

Şimdi biz ne yapmalıydık da onlarla ortak noktada buluşmalıydık? Bugünün dünyasında kadim kıymetlerimizi, büyüklerimizi ve meşgûliyetlerini, bugünün gençleriyle; dolu dolu, popüler ve güncel bir görüntü arzedecek şekilde nasıl buluşturacaktık?

Hoca'ya anlatmak istediğim, zamâne gençlerine alternatif sunmak gerektiğiydi. Nasıl ki iyi pazarlanarak bazı kişi ve gruplar onlar için popüler kılınıyor, irtibat sağlanıyorsa; bunu görüp, o irtibatı doğru kişi ve alanlara kaydırmanın gerekliliğiydi. Bunun için neler yapmak lazım düşünmeli, iyice düşünmeliydik.

Ebubekir Sifil Hoca gönderdiğim maile geri dönüş yaptı. Sonrasında, Sorumluluğumuz başlıklı bir makale yazdı. Bundan bir süre sonra da bunun bir devamı olan İslamî İlimler ve Müslümanlığımız adıyla yeni bir makale yazdı. Başta da belirttiğim gibi, herhâlde hoca da kendi zaviyesinden meseleye yaklaşmış ve yazmıştı.

Ebubekir Hoca, yazısını şöyle bitiriyordu:
“Eğitim “pahalı” bir alan. Uzun süre, harcadıklarınızın karşılığını göremediğiniz, hatta “verip unutmak” gibi asil bir ruh durumu ve ufukla göğüslememiz gereken bir alan. Neylersiniz ki, geleceğimiz de burada…”
Evet, geleceğimiz eğitimde ama eğitim tam olarak ne, nerede ve bu sahaya kimler ne kadar hâkim? Eğitimciler ile eğitilenler arasındaki bağ ne kadar güçlü?

Sorumluluğunun ve sorumluluğumuzun farkında olanlar, yani bir bakıma “eğitimli” olanlar, eğitilecek olanlara sorumluluklarını fark ettirmeliler. Bugünün dünyasının farkında olmak ve güçlü bir iletişim tesis ederek gençlere ulaşmak gerekiyor. Sade gençler değil, ilme muhtaç herkes için gayrete gelmeli.

29 Temmuz 2018 Pazar

Pardus Onyedi DDE Tecrübem

Öyle sanıyorum 2009'dan beri (belki biraz daha eski) Linux Dağıtımları kullanıyorum. Kullandıkça öğreniyorsunuz. Hem bu dağıtımların özelliklerini, hem de sorunlarla başa çıkmayı, bir çözüm bulmayı öğreniyorsunuz. Bazen donanım, bazen de yazılım sorunları sizi uğraştırabiliyor. Yine de kurcalayıp bir netice elde ederek rahatlıyorsunuz.

Linux çekirdeğini kullanan dağıtımlar vardır. Kısacası bir çekirdeğin üzerine İşletim Sistemi giydiriyorlar ki Linux Dağıtımı deniyor buna.

Bu sistemler kendi özellikleriyle ve muhtemelen özelleştirmeleriyle gelirler. Bize bakan en temel özelliklerinden, en önde bahsi geçebilecek olan Desktop Environment, Masaüstü Çevre (?) yahut Masaüstü Yazılımı dedikleridir. Bunları kendi yazılım ailesiyle gelen, özelleştirilebilir ana yazılım gibi düşünebilirsiniz. Dediğim gibi, esnek bir platform düşünün ve kendi yazılım ailesiyle (örn. media player, PDF okuyucu, Ofis, text editor, dosya yönetici 'klasör görüntüleme programı diyelim', görev yönetici vs) geliyor. Bunların başlıcaları KDE, Gnome, Cinnamon ve Mate'dir.

Pardus


Bugünlerde sıkça duyduğumuz “Yerli ve Millî” sözünü hatırımıza getirecek bir Linux Dağıtımı olma yolunda yürümüş ve yürümektedir. Tarihine uzunca değinmeyeceğim ama genel olarak iki kısımda incelenebilir. 2005 senesinde ortaya çıkmıştır ve ilk zamanlar kendi içerisinde gelen yerli yazılımları ve paket sistemini (pisi) barındırıyordu. Sonra Pardus Projesi yeniden ele alındı diyebiliriz. Bu ikinci dönemde Pardus, Debian Paket Sistemi (deb) ile ve yeni, Türkçeleştirilmiş, bilhassa kamuda yaygınlaşma hedefleyen bir dağıtım; bir nevi Debian çatallaması olarak karşımıza çıktı. Bu ikinci dönemde öne çıkan veya belki öncelikli hedef Microsoft Windows'a alternatif olacak, kamuda kullanılacak, Türkçeleştirilmiş bir sistem olarak devam etmekti sanıyorum. Kabaca böyle.

Pardus Onyedi


Kamuda sorunsuz çalışacak bir dağıtım olma yolunda Pardus, XFCE Masaüstü Yazılımını varsayılan olarak kullanan “onyedi” adlı son sürümünü yayımladı. Bu yeni bir şeydi çünkü Pardus çıktığından beri hep KDE'yi varsayılan yapmıştı. Bu sürümde ise hafif bir tercihte bulundular fakat KDE'ye alışan kullanıcılar için, muhtemelen bir kısmı için bu yeni masaüstü tatminkâr bulunmuyordu.

KDE 5


Yeni KDE açıkçası pek oturmamış, eksikleri olan bir şekilde karşımıza çıkmıştı. KDE her ne kadar son kullanıcı nezdinde cazip görünse de bugün için pek de doğru bir tercih değil. Bilhassa Türkçeleştirmesi zayıf ve eski makinelerde performanslı çalışmayacaktır. KDE 5 biraz daha toparlanmalı, oturmalı. Bunun için bir miktar daha yolu var gibi gözüküyor. Pardus belki ilerde çıkaracağı sürümlerde tekrar KDE'ye yönelebilir.

DDE (Deepin Desktop Environment)


Pardus varsayılan olan XFCE'nin haricinde bu masaüstünü alternatif olarak kullanan bir sürüm yayımladı. Son kullanıcı için görsel olarak daha tercih edilir bir Masaüstü Yazılımı olarak görülmesi kuvvetle muhtemel diyebilirim. Biraz Android arayüzünü andırıyor, büyük simgeler ve basit kullanımı göze çarpıyor.

Pardus Dde Deepin


Konsoldan DDE kurulum komutu


sudo apt install pardus-dde-desktop
Yazıp root şifrenizi girince, XFCE ile kurduğunuz Pardus'a DDE kurmuş oluyorsunuz.

Linux Kullanmak


Linux Sistemlerde arayüz şıklığının pek olmadığı, kullanımının zor olduğu gibi eleştirilere rastlamış olabilirsiniz. Bu eleştiriler boş değil, yer yer can sıkıcı bozukluklar ile karşılaşmak kullanıcılar için neredeyse sıradandır. Gerçi son zamanlarda bu belli ölçüde değişti fakat hâlâ şu bir gerçek ki bu sistemler daha çok kurcalayan, araştıran, bozan, düzelten ve özelleştirmeye meraklı kişiler için cazip görülecektir.

Kritik düzeltmeler bir yana, net bir görünüm elde etmek de sorun olabiliyor. Beni bilhassa son zamanlarda en çok rahatsız eden, yazı tipi (font) netliği hususudur. Şu birçok yeni, akıllı telefon ekranlarında gördüğümüz o net ve keskin yazıları bilgisayar ekranlarında (muhtemelen çoğu zaman) göremiyoruz. Bilmiyorum. Bu en azından benim için böyle oldu.

Yazı tipi ayarlamalarında umûmiyetle ya pürüzlü bir yazı ya da biraz bulanık bir yazı görüyoruz. Linux Sistemlerde her zaman beni tatmin eden net ve keskin görüntüyü bulamıyorum. DDE kullanırken de bu böyle oldu. Arayüz tamam iyi gibi fakat İnternet Tarayıcı (browser) ile yazılar sanki biraz bulanık gibi, silik gibi geliyor.

Fontconfig

Linux kullanırken karşılaşılan problemlere çözüm aramak neredeyse sıradandır. Bu yazı tipi netliği için fontconfig devreye giriyor ve deniyorum. Araştırıyor, değiştiriyor ve tekrar deniyorum ama yine ya pürüzlü veya pek net olmuyor, hafif bulanık gibi oluyor. Peki. Anlayacağınız yazımın bu kısımları biraz ileri seviye kullanıcılara hitap ediyor. Fontconfig kullanarak font görünümünde bazı ayarlamalar yapılabilir.

Fontconfig ayarı için /home/kullanici_adi/.config/fontconfig içerisine bir fonts.conf dosyası yapıyoruz veya hazırlıyoruz. Burada pürüzlü yazı tipi ne kadar hafif bulanıklaştırılacak falan gibi ayarlamalar yapıyoruz. Yazıma son verirken bendeki bu dosyanın içeriğini paylaşayım, belki işe yarar.

<?xml version="1.0"?>
<!DOCTYPE fontconfig SYSTEM "fonts.dtd">
<fontconfig>
<match target="font">
<edit name="antialias" mode="assign">
<bool>true</bool>
</edit>
</match>
<match target="font">
<edit name="hinting" mode="assign">
<bool>true</bool>
</edit>
</match>
<match target="font">
<edit name="hintstyle" mode="assign">
<const>hintslight</const>
</edit>
</match>
<match target="font">
<edit name="autohint" mode="assign">
<bool>false</bool>
</edit>
</match>
<match target="font">
<test name="weight" compare="more">
<const>medium</const>
</test>
<edit name="autohint" mode="assign">
<bool>false</bool>
</edit>
</match>
<match target="font">
<edit name="lcdfilter" mode="assign">
<const>lcddefault</const>
</edit>
</match>
<match target="font">
<edit mode="assign" name="embeddedbitmap">
<bool>false</bool>
</edit>
</match>
</fontconfig>
Son Söz

Bütün bu yazılım dünyasında bir şeklide işimizi görmeye çalışıyoruz. Sürekli güncelleme talepleri, istenmeyen ikonlar, görüntüler, çökmeler, beklemeler, uyumsuzluklar, yetersizlikler, kontrol etmede yaşanan güçlükler canımızı sıkabiliyor. N'eylersiniz ki hayatımıza daha önce hiç olmadığı kadar girmiş bulunuyorlar. En azından bu karmaşada bir şeyleri düzeltmiş olmayı umuyoruz.

2 Mart 2015 Pazartesi

Www Nereye?

Bismillah.

Dünden bugüne pek çok teknoloji gelişim göstermiştir. Web Alemi de bunlardan biri olarak kabul edilebilir. Çevrimiçi iletişim, etkileşim gün geçtikçe farklı boyutlarda kendini gösteriyor.

Web 1.0 diyebileceğimiz ilk dönemde Siteler, adeta tek kanallı yani Siteyi hazırlayan ekip/kişi ve Siteyi gezen kullanıcılar şeklinde bir görüntü arz etmekteydi. Gerçi ziyaretçi defteri denilen, bir anlamda Site gezginlerine kendilerini ifade edebilecekleri bir ortam vardır ve epeyce de eskidir ama onu bu ilk sınıflamaya dahil edebilir miyiz bilmiyorum. Etsek dahi yine son derece kısıtlı bir etkileşim söz konusu olurdu. Bu ilk dönem sanki çevrimiçi e-kitaplar gibiydi.

Sosyalleşmenin başlangıcı olarak kabul edilen bir dönem vardır ki ona Web 2.0 deniliyor. Bu kez basit HTML kodlamanın yetersiz kaldığı, içerik üreticilerin artık okuyucu yahut izleyicilerden çıktığı bir dönemdir bu. Bugün artık sosyal mecralar olarak tanımlayabileceğimiz Facebook, Twitter, Youtube ve başkaca Siteler bunun bazı örnekleridir. Artık insanlar belli platformlarda bir bakıma söz sahibi oldular. Bir fotoğrafı tutup, sürükleyip bir Sitede ilgili yere bırakmak şeklinde esnekliğe yer veren bir dönemdir ayrıca. Tasarım alanındaysa daha büyük puntolu yazılar ve renk geçişli bazı düğmeler, belki menüler şeklinde özetlenebilir.

Web 3.0 dediğimizdeyse artık adeta sizi tanımaya ve “leb demeden leblebiyi önünüze koymaya çalışan” bir düzenden bahsetmiş oluyoruz. Burada bilhassa hızlanma öne çıkmış oluyor. Sizden aldığı verileri sizin için kullanmaya çalışan bir sistem. Bunu muhtemelen biliyorsunuz, artık aramalarda size has hareket eden bir sistem görmek herhalde sizi pek şaşırtmaz.

Dosya depolamanın ötesinde alanlar düşünün. Uzak sunucuda barınıyor olsunlar. İşletim Sisteminin yükünü artık başka alanlara kaydırıyor gibiyiz. Çevrimiçi çalışan uygulamalar, birden fazla kişinin müdahalesine yine çevrimiçi olarak imkan tanıyan bir teknoloji. Böyle bir döneme doğru gidiyor gibiyiz ki muhtemelen buna da Web 4.0 diyecekler.

Görülecektir ki Web, artık daha esnek, müdahaleye açık, bir arada çalışma imkanlarının fazlalaştığı fakat; sanki güven vermekten uzak, belki yer yer niteliksiz içerikler yığını haline dönüşüyor. Web Site Yöneticilerinin işleri otomatikleşme eğiliminde. İçerik Sitesi denilen ve günaşırı içerik eklemesi yapmanın gerektiği yapılar; hem büyük emek, hem de devamlılık gerektirir ki bu tür Siteler de eski mevkilerinden uzaklaşmış görünüyorlar. Hızlı erişilen, hızla “tüketilen”, verimi az, niteliksiz, ucu açık ve karmaşık bir halden söz edebiliriz. Temel gayeleri arasında takipçi çekmek olan Sitelerden ziyade girip gezildiğinde ve ilerleyen günlerde müspet etkisini hissettiren Siteler istenecek, aranacak gibi. Makine yahut yazılım unsuru ağırlığını hissettirse de insan unsurunu akıllardan uzak tutmamalı. İzleyicinin, okurun sadece hit arttıran kimseler olarak düşünülmesi kalite azalmasının başlıca sebeplerinden biri. İçerik üreticiler gözden kaçmaması gereken mühim bir alan.

29 Ekim 2014 Çarşamba

Normal

Bismillah

Normal kelimesi dilimize sonradan girmiştir. Kelimenin bizdeki karşılığı “olağan”dır. Olağan kelimesine bakacak olursak, kendi zihnimdeki manayı, sözlüğe bakmadan yazacak olursam; alışılagelen, cemiyetin kahir ekseriyetince pek de yadırganmayan hal, duruş veya durum diyebilirim.

Olagelen, baskın gelen, bir şekilde kabul gören ve bir bakıma “normalleşen” insanlar. İşte bu noktadayız. Olağan ve “olağandışı” insanlardan bahsedeceğiz.

Olağan insan, evvelce de anlatıldığı gibi; umûmî manada, cemiyet nazarında bir şekilde kabul gören insan oluyor. Olağanı kimler belirliyor ayrı mesele. Olağan kelimesi bazılarınca sıradan kelimesini karşılamaktadır. Her halde onlara göre olağan kimseler oldukça sıkıcı, belli rutinlere sıkışmış yerinde sayan tiplerdir. Bir diğer taraftan olağan kimseler; belli ahlâkî değer ve prensipleri yerine getirmede yetersiz kalmış, maneviyat itibarıyla zaaf hâlindedirler. Aynı sınıfa göre onlara el uzatılmalı, eğitilmelidirler. Olağanlar ise bu iki sınıfla yer yer çatışmalara girmekle birlikte, kimi zaman etliye, sütlüye karışmaz bir vaziyette bulunabiliyorlar. Zaten umûmiyetle öyle değil mi? Artık pek kimse kimseyi ikaz edemiyor. Dahası, kendilerini sorgulamaktan dahi uzak durabiliyorlar. Bulundukları sınıfın gayrısına yer yer mesajlar vermekle birlikte, çoğunlukla sessiz kalabiliyorlar. Bugün artık belli bir duruş sahibi olmak sizin “olağandışı” olarak değerlendirilmenize sebebiyet verebilmektedir.

Bir tarafta; çoğunluk gibi giyinmeyen, konuşmayan, farklılaşma adına veya belli aidiyetler icabı gerek bedeninde gerekse kelimelerinde, hal ve hareketlerinde menfi birtakım rahatsız edici unsurlar görülür. Diğer taraftaysa; olağanı sorgulatan ve farklı tartışmalara sebebiyet verebilen, bu kez müspet bazı farklılıklar gözlenir. Dînî hassasiyetleri diğerlerine nispetle daha yüksek kimseler. Bu kez bu farklılaşma, radikalleşme adıyla anılabilmektedir.

Ortada duran “olağan”a göre iki uçtaki “olağandışı” insanlar.

Bütün bu ve diğer sınıflar cemiyetimizde beraberce yaşamaktalar. Belki yer yer bir birlerine baktıklarında kendi zaaflarını veya güzelliklerini görüyorlar. Burada elbette belirleyici unsurlardan söz etmek gerekir. Eğitim sistemimizden tutun, medyaya; cemiyet nazarında itibar görmüş, hüsnü kabul görmüş kimselerin keyfiyetlerine varıncaya kadar ve daha başka unsurlar. Bugün sadece Ülkemizde değil, dünya genelinde baskın küresel bir sistem bulunuyor. İçinde bulunduğumuz bu yeni çağ teknolojik ilerlemelere çokça tanık olduğumuz bir dönem. Daha yakına geldiğimizde “iletişim çağı” olarak isimlendirildiğini görmekteyiz. İnsanoğlu'nun ilmî birikimini teknik araç gereçlerin yapımı, geliştirilmesi gibi konulara yönelttiğini ağırlıkla müşahede ettiğimiz bir dönemdeyiz. Geliştirilen daha ziyade nesneler oldu. İmkanlar fazlalaştı, mesafeler kısaldı, emekler farklı sahalara kaydı. Bununla beraber tüketim çoğaldı, talepler de öyle. Maddeyle insan irtibatı öne çıktı. Artık hayatımızda nesneler, renkler, kıvrımlar, bükümler, pürüzsüz yahut metalik yüzeyler, parlak renkli ışıklar büyük ölçüde yer tutuyor. Nesneyle, maddeyle alakamız artmakla birlikte; bunca kolaylık arz eden teknolojiyle beraber içinde bulunduğumuz “iletişim çağı”nda ahlâkî değerlerin o ölçüde fazlalaştığından bahsedemiyoruz. Madde inşasında iddialı olan modern insan, mana aleminden uzaklaşıyor. Ayağa kaldırdığı “medeniyet” madde itibarıyla, teknolojik açıdan gelişmiş fakat; mana itibarıyla, insânî değerler cihetiyle geri kalmış bir halde bulunuyor. İşte bunlarla beraber “olağan ırmağı”ndan uzaklaşmama adına güzellikler, hakikatler gözardı edilebiliyor. Böyle bir normalleşme doğru mu? Üretim ve tüketim ağırlıklı bir cemiyet ve buradaki ahlâkî savrulmalara normalleşme adına önce göz yuman ve sonra da ayak uyduran normaller. Hayatın kolaylaşmasını, eğlenceli bir hale getirilmesini mutlaklaştırmak mı gerekiyor? Böyle bir durumdaki insanın ne ölçüde fedakar olması beklenebilir bir düşünelim. Yoksa fedakarlık kavramından vazgeçmek mi gerekiyor?! Sonsuzluk Âleminden ve inançlarından uzaklaşmış, peşinci, eğlence tutkunu insanlar. Böyle bir hale düşmekten Allah-u Teala'ya sığınmak lazım doğrusu. Allah muhafaza buyursun.

4 Mayıs 2014 Pazar

River Raid, Kırmızı Kol, Kapalı Hava!

İlkokula gittiğimiz zamanlar. Hava kapalı. Hafta sonu. 
Yapılacak şey belli! Commodore 64 kurulacak!
River Raid oynanacak. Uçak oyunu diyelim yani!

Birden hayaller, hevesler...


Gözler kısılır...


Mavi gökyüzü, süzülen mavi uçak, yetenekli bir pilot!

Nehir boyunca dizilmiş koskoca donanmaya karşı savaşacak!

Kırmızılı joystick (kol) ele kavrandı mı bir kere, havaya girmeye hazırsın!


Sanki oyun kolu değil, uçağın kumanda koludur artık o! Oyundan öyle pek grafik performans beklemeyeceksiniz. Oldukça basit çizimler, pikselsi görüntüler. Koca göbekli, çizgili televizyonda; mavi ve yeşil ağırlıklı görüntü eşliğinde oyun sürer gider. Oyun uzadıkça uzar, adaptör ısınır. 

Bir de iki kişi oynuyorsanız hiç sormayın. Sıra beklerken heveslenmeler, sabırsızlanmalar... Arada sırada kavga da çıkabiliyordu. Oyun bir yerde rekabete dönüşebiliyordu. Bazen de donanım sorunları yaşardınız, kol çalışmıyor, kablo temassızlık yapıyor falan. 

Eğer oyunu yalnız oynuyorsanız, evde ses seda yoksa oyunun ses efektleri daha bir dikkatinizi çekerdi. Uçağın ateş edişi, patlayan köprüler, benzin doldurma efekti, uçağın sesi...




Rekor kasıyoruz! Sen hiç yanmadan yirminci köprüye gelebilir misin? Hele ellinci köprüden ilerisini sorma. Benzinin bitecek telaşesi, dar geçitler, ateş edebilen kırmızı helikopterler! 10.000 puan yaptın mı bir melodi ile beraber bir uçak hediye edilirdi. Her on binde bir uçak. 

Bu oyunu elde kavranan kol ile oynamak oldukça zevkliydi. Diğer pek çok bilgisayar oyununda olduğu gibi zamanın nasıl da hızla geçtiğini pek fark edemezdiniz. Bu arada aklınıza bir soru gelir ve rahatınız kaçardı; “ödevlerini bitirdin mi?” Bazı kere büyükler de oyuna heveslenirdi, hele çekil biraz da biz oynayalım falan...

Oyun böylece sürer ve biterdi. Zamanın meşhur oyuncağı ile oynanan bir oyun ve geride bırakılan bir gün işte aşağı yukarı böyleydi. Yavaş yavaş hava kararır, akşam olur, arkadaşlar evlerine giderdi. Hevesler alınır, zamanlar tükenir, insanlar biraz daha yaşlanırdı...

Şimdilerde bu oyunları bilenler pek yok. Multiplayer, çok oyunculu oyunlar falan var artık. O zamanlar böyle bir oyun oynamak, o makineye sahip olmak biraz lükstü. Şimdiki çocuklar hemen her evde bir bilgisayar, hemen her bilgisayarda, internette pek çok oyunla buluşuyorlar. Büyükler de pek söz dinletemiyor, sakıncalı içeriklerle karşılaşabiliyorlar.

24 Nisan 2014 Perşembe

Hangi Televizyon, Gazete Kimin?

Herhalde pek çoğumuz “şu gazete-Tv kimin?” gibi soruları merak etmişizdir.

Aşağıda, yapmış olduğum araştırma neticesinde en son bilgiler baz alınarak elde ettiğim sonuçlar bulunuyor. Alakalı kurum ve kişiler belirtiliyor.

Araştırmadan elde ettiğim bilgilerde yanlış/eksik görürseniz bildirebilirsiniz.






Gazeteler

Posta - Doğan
Hürriyet  - Doğan
Radikal  - Doğan

Milliyet - Milliyet Gazetecilik ve Yayıncılık A.Ş, DK Gazetecilik(*), Ali ve Ömer Karacan
Vatan -  DK Gazetecilik, Ali ve Ömer Karacan

Sabah - Turkuvaz
Takvim - Turkuvaz

Sözcü - Burak Akbay

Akşam - Ethem Sancak, Türkmedya

Habertürk - Ciner

Star - Star Medya Grubu, Tevhid Karakaya - Socar

Yenişafak - Albayrak

Yeniakit - M. Doğan Uğurlu

Milli Gazete - Ömer Yüksel Özek

Türkiye - İhlas Yayın Holding

Taraf - Başar Arslan, Alkım Gazetecilik Sanayi ve Ticaret A.Ş

Cumhuriyet - Cumhuriyet Vakfı Adına Orhan Erinç


Televizyon Kanalları

ATV - Turkuvaz
AHABER - Turkuvaz

STAR TV - Doğuş
NTV - Doğuş
CNBC-e - Doğuş

FOX TV - Rupert Keith Murdoch(**)

SHOW TV - Ciner
HABERTÜRK - Ciner

KANAL D - Doğan
CNN TÜRK - Doğan

KANAL 7 - Yeni Dünya Medya Grubu, Nokta Elektronik Medya
ÜLKE - Yeni Dünya Medya Grubu, Nokta Elektronik Medya

TVNET - Albayrak

24 TV - Star Medya Grubu, Tevhid Karakaya - Socar

KANAL A - KTV Yayıncılık Reklam ve Sanayi Ticaret A.Ş

TGRT HABER - İhlas Yayın Holding

BEYAZ TV - Osman Gökçek

SKYTÜRK360 - Ethem Sancak, Türkmedya

FLASH TV - Göktuğ Grubu




(*)      DK: Demirören, Karacan anlamına geliyor sanırım.
(**)     Rupert Keith Murdoch şirketin tamamına sahip olabilir. 

18 Eylül 2013 Çarşamba

Dosya İsmi Değiştirme Sorunu (Linux)

Eğer Linux tabanlı işletim sisteminizde dosya silme sorunu yaşıyorsanız bu makale sorunu çözebilir.



İşletim Sisteminizde silemediğiniz bir dosya var diyelim, adı da mesela Köyümüzden Görüntüler.pdf olsun. Dosya ismi normal gözükmüyor, yeniden adlandırılamıyor ve dosya silinemiyor. Şimdi yapılacak işlem şu;

konsolu açın ve dosyanın bulunduğu dizine gidin [cd /home/kullaniciadi/Downloads  <gibi], veya dosyanın bulunduğu dizinde F4 yapıp konsolu açın. *

Sonra şu komutu girin;

mv K?y?m?zden?G?r?nt?ler?pdf Deneme.pdf

Böylece dosyanızı “Deneme.pdf” şeklinde isimlendirmiş oldunuz. Artık sorunsuz çalışacaktır. Mantık şu, sıkıntılı harfleri, boşlukları ve noktaları ? (soru işareti) ile değiştiriyor ve dosyayı yeniden isimlendiriyorsunuz.

[F4 Dolphin uygulaması için geçerlidir.]

Popüler Yayınlar